|
Bizim âlimlerimiz her kelimeyi lûgat mânâsından hareketle mânâlandırmışlardır. İşte problem buradan kaynaklanıyor. Mü’min kelimesi îmân kelimesinden gelir. Îmân; inanmak, inanç demektir. Mü’min de inanan ya da inancın sahibi demektir ki her ikisi de aynı mânâya gelir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
40/MU’MİN-40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).
Kim seyyiat (şerr, derecat düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve orada hesapsız rızıklandırılacaklardır .
Acaba bu âyet-i kerimede: “Kim Allah’a inanırsa, o mutlaka mü’mindir, Allah’ın cennetine girer.” diye mi buyurulmaktadır? Acaba öyle mi? Allah’a inanan, Allah’ın cennetine girer mi? Onlar öyle söylüyorlar ama Allahû Tealâ öyle söylemiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de iki nevi mü’min vardır:
Takva sahibi olan mü’minler
Takva sahibi olmayan mü’minler
Mü’min kelimesi birkaç şekilde kullanılmıştır. Bu kelimelerden bir tanesi âmenû olmaktır. “Ellezine âmenû; Onlar ki âmenûdurlar; yani inanırlar. Allah’a îmân ederler, inanırlar.” anlamındadır. Bir diğer kelime “yu’min”dir. “Yumin billâhi; Allah’a îmân etmek, Allah’a inanmak.” demektir.
Allahû Tealâ inananların bir muhtevasını şöyle açıklamaktadır:
10/YUNUS-62: E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar, öyle değil mi?
10/YUNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YUNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhıreh(âhıreti), lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte o, fevz-ül azîmdir.
“O Allah’ın evliyası var ya, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar. Onlar âmenû olmuşlardır ve takva sahibi olmuşlardır. Onlara dünyada da ahirette de müjdeler vardır.”
Allah’ın evliyası kimdir? Evliyalık müessesesi Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minler gerçek mü’minlerdir. Öyleyse bir Allah’a inanan mü’minler vardır fakat Allah’a ulaşmayı dilememişlerdir. Onlar Mu’min Suresinin 40. âyet-i kerimesindeki cennete gireceklerin arasında yoktur.
Allah’a inananlardan her kim Allah’a ulaşmayı dilerse, o hakikî mü’min olur. Allahû Tealâ hakikî mü’minlerden bahsetmektedir. Sadece inananlardan Allah’a ulaşmayı dileyenler, hakikî mü’minlerdir. Yunus Suresinin 62, 63, 64. âyet-i kerimelerinde “âmenû” kelimesi geçmektedir. “Ellezine âmenû ve kanu yettekun; Onlar âmenûdurlar ve takva sahibi olmuşlardır.” Onlar, Allah’a inanırlar ama inançları, onları Allah’a ulaşmayı dilemeye vasıl etmiş ve Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minlerden olmuşlardır.
Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki her konuda Allahû Tealâ doğrularla eğrileri birbirinden ayırmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de “âmenû” kelimesinin kullanılmasında iki ayrı cephe görüyoruz. Yunus Suresinin 62, 63, 64. âyet-i kerimelerinde Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Ellezine âmenû ve kanu yettekun; Onlar âmenûdurlar ve takva sahibi olmuşlardır; âmenû olanlardan öyleleri ki bunlar takva sahibi oldular.”
Takva ne zaman başlar? Allah’a yöneldiğimiz zaman başlar. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
30/RUM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Allahû Tealâ “Allah’a yönel.” diyor. Yani “Ölmeden evvel ruhunu Allah’a ulaştırmayı dile.” Bu, Allah’a yönelmektir. “Ve O’na, Allah’a karşı takva sahibi ol.” O kişi eğer Allah’a ulaşmayı dilemezse, Allah’a yönelmezse, takva sahibi olamaz. Sadece Allah’a yöneldiği takdirde takva sahibi olur. Demek ki inananlardan her kim Allah’a yönelirse o zaman takva sahibi olur. Münîb olursa, Allah’a ulaşmayı dilerse takva sahibi olur.
Takva sahibi olmayan fakat Allah’a inanan birisi Allah’ın cennetine giremez. Onun takva sahibi olabilmesi ise mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır. Rum Suresinin devamına bakalım, tekrar aynı noktaya geri döneceğiz: “Allah’a ulaşmaya yönel, Allah’a yönel ve böylece Allah’a karşı takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma.”
“Şirkle Allah’a ulaşmayı dilemenin ne alâkası var?” mı diyorsunuz? Şirk ve Allah’a ulaşmayı dileme, birinci derecede illiyet rabıtası olan iki kelimedir. Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse o kişi şirktedir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi şirkte değildir. Kim Allah’a münîb olursa şirkte değildir. Kişi münîb olmazsa hem takva sahibi değildir hem de şirktedir. Münîb olmayan kişi takva sahibi olamaz. Münîb olmayan, Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi şirkten yakasını kurtaramaz. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
30/RUM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
Allahû Tealâ Şura Suresinde de dînde fırkalara ayrılmamak gerektiğini ifade etmektedir.
42/ŞURA-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
Dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi sana da vahyederek, size de şeriat kıldık. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine hidayet eder (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Habibim, Hz. Nuh’a, Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya verdiğimiz şeriatı, dîni kıyamda tutun ve dînde fırkalara ayrılmayın diye sana da vahyetmek suretiyle size de şeriat kıldık.” Bu şeriatın esası fırkalara ayrılmamak ve dîni ayakta tutmaktır. Görüyoruz ki insanlar fırkalara ayrılıyorlar ve bu fırkalardan sadece bir tanesi Allah’a ulaşmayı dileyenlerin oluşturduğu fırkadır.
Allah’a mülâki olmak, Allah’a münîb olmak, ölmeden evvel ruhu Allah’a ulaştırmayı dilemek, âmenû olmak, bunların dördü de aynı mânâya gelir. Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi âmenûdur, Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi münîbdir, Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi mü’mindir.
Mü’minlerin arasından kurtuluşa ulaşacak olanlar, cennete girecek olanlar vardır. Allah’a inandığı için mü’min olarak ifade edilen ama cennete giremeyecek olanlar da vardır. Dînlerinde fırkalara ayrılanlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyen 72 fırkayı oluşturanlardır. 73. fırka da bunların her birinin içindeki küçük gruplar, 72 fırkaya dağılmış vaziyettedir. İşte onlar Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Onlar, münîb olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyen hakikî mü’minlerdir; Allah’a ulaşmayı dileyen gerçek mü’minler, takva sahibi olan mü’minlerdir.
Burada ne gördük? 73 tane fırkadan 72’si mü’min değildir, sadece bir tek fırka mü’minler fırkasıdır. Gerçek mi? Gelin gerçek olup olmadığını beraberce araştıralım. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mûminîn(mûminîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.
Rum-32 de, Sebe-20 de fırkalara ayrılanlardan söz edilmektedir. Her ikisi de fırkalara ayrılmışlardır. Rum-31’de fırkalara ayrılanlardan kurtulan sadece bir tanesidir. 73 fırkadan 72’si fırkalara ayrılmıştır; onlar münîb olmayanlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Bir tek fırka münîb olanlardır. Onlar hem takva sahibi, hem de münîbdir.
Takva sahipliğinin başladığı nokta âmenû olma noktasıdır. Şimdi Sebe-20’ye bakıyoruz; bir tek fırka mü’minleri oluşturmaktadır. Geri kalan 72 fırka mü’min olmayanların oluşturduğu fırkalardır. Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde, şeytanın kullarının mü’minleri oluşturan bir tek fırkanın dışındaki bütün fırkalar olduğu anlatılmaktadır. Bu âyet-i kerime indiği zaman sahâbe Peygamber Efendimiz (SAV.)’e soruyor:
- Ey Allah’ın Resûl’ü kaç tane fırka?
Peygamber Efendimiz (S.A.V.):
- 73, diyor.
- Peki bunların arasından gerçekten bir tek fırka mı kurtulacak?
- Evet, bir tek fırka.
- İsimleri ne?
- İsimleri Fırka-i Naciye.
Fırka-i Naciye’nin içindekiler kurtuluşa ulaşacak olanlardır. Zaten naciye, necat; kurtuluş demektir. Fırka-i Naciye; kurtuluş fırkası, kurtuluşa ulaşanların oluşturduğu fırka demektir.
Ne gördük? Sebe-20’deki bütün fırkalar kâfirlerdir. Bir tek fırkada olanlar mü’minlerdir. Rum-32’deki bütün fırkalar, şirktedir yalnız Allah’a ulaşmayı dileyenlerin fırkası şirkte değildir. Birinde fırkalar şirkte olanlar ve olmayanlar diye ayrılmış, ikincisinde mü’min olanlar ve olmayanlar diye ayrılmıştır. Mü’min olanlar bir tek fırkayı oluşturur, mü’min olmayanlar 72 tane fırkayı oluşturur. Şeytana tâbî olanlar, küfürde olanlardır. Allahû Tealâ: “Bir tek fırka hariç hepsi şeytana kul oldular.” diyor.
Şeytana kul olmaktan kurtuluş noktasına bakıyoruz. Kimler şeytana kul olmaktan kurtulur? Bu kurtulanların mü’minler olduğunu, Allah’a ulaşmayı dileyenler olduğunu görüyoruz. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinab ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar) çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Allahû Tealâ sahâbe için: “Onlar taguta, insan ve cin şeytanlara kul olmaktan içtinab ettiler, kaçındılar, kendilerini kurtardılar.” diyor. Neden kurtarmışlar? “Onlar, Allah’a yöneldiler, Allah’a ulaşmayı dilediler, onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.”
İşte gene bir fırka, Allah’a kul olanlar. Gene bütün fırkalar, Allah’a kul olmayanlar, şeytana kul olanlar. Sadece Allah’a kul olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’ın kuludur. Allah’a ulaşmayı dileyenler, Sebe-20’de mü’minler olarak geçmektedir. Geri kalan bütün fırkalar, 72 fırka, onlar da kâfirler olarak geçmektedir.
Sahâbe, Allah’ın kulu olmak şerefine ermiştir. Geri kalan bütün fırkalar tagutun kuludur. Şeytanın kulu demek tagutun kulu demektir. Allahû Tealâ Sebe-20’de: “Mü’minleri oluşturan tek bir fırka hariç geri kalan bütün fırkalar şeytana kul oldular.” diyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler kimlerdir? Kâfirler. Allah’a ulaşmayı dileyenlerin mü’min oldukları bir defa daha kesinleşmektedir.
Kur’ân’ı incelerken Allah’ın açıkladığı ölçülerden hareket etmek mecburiyetindesiniz. Lûgat mânâlarından gittiğiniz zaman bizim Kur’ân meâllerindeki o korkunç yanlışlıkların içine hemen siz de düşersiniz. Ne demek istiyoruz? Şunu demek istiyoruz: Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’ın kulu olmak şerefine erer, diğerleri şeytanın kuludur. Sebe-20’de şeytanın kulları görülmektedir. Zumer-17 ile Sebe-20’yi birbirine bağlarsak gördüğümüz şey, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin âmenû olanlar olduğudur. Onlar, Allah’ın kulu olmayı başarmışlardır. Allah’ın kullarına yani Allah’a ulaşmayı dileyenlere, o bir tek fırkaya Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi, “mü’minler” adını vermektedir. Geri kalan Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin hepsi diğer 72 fırkayı oluşturmaktadır. Onlar kime kul olanlardır? Şeytana kul olanlar. Hüviyetleri kâfir olmaktır.
Bu konu sizi sakın şaşırtmasın. Kur’ân kavramlarını lûgat mânâsından hareketle çözmeye kalkarsanız büyük hatalara düşersiniz. Âyetler içinde değerlendirirseniz, o zaman doğru noktaya ulaşmış olursunuz. Biliyorsunuz halk arasında bir inanç vardır. Derler ki: “Ben Allah’a inanıyorum, mü’minim. Evet, günahlarım çok, bu sebeple cehenneme gireceğim tabiî, bir süre cehennemde Allahû Tealâ beni hafif tertip leblebi gibi kavuracak, ondan sonra ben mü’min olduğum için beni cennetine alacak.” Bu söz geçerli değildir.
Allah’a ulaşmayı dilemeyen ve Allah’a göre mü’min olamayan hiç kimse Allah’ın cennetine girip de o cennette kalamaz. Allah’ın cennetine ulaşması da zaten mümkün değildir. Bütün insanlar gibi kıyâmet günü o da cehenneme girecek fakat cehennemde ebediyyen kalacaktır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes için bu konu açıktır. Kurtulanlar kimlerdir? O tek fırkadakiler. İşte o tek fırkadakileri Allahû Tealâ şöyle ifade etmektedir:
6/EN’AM-152: Ve lâ takrebû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddeh(eşuddehu), ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.
6/EN’AM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûh(fettebiûhu), ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih(sebîlihi), zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne).
Ve muhakkak ki; bu, benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Böylece siz takva sahibi olursunuz.
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Allah’ın ahdini ifa edin. Yani, ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim edin, o zaman Allah’ın ahdini ifa etmiş olursunuz. İşte bu Sıratı Mustakîm’dir. Öyleyse ona, Sıratı Mustakîm’e tâbî olun. Sıratı Mustakîm’in dışındaki yollardan hiç birine tâbî olmayın ki hepsi sizi Allah’ın yolundan saptırır. Yani fırkalara ayrılmış olursunuz. Allah size bunu vasiyet etti ki böylece takva sahibi olasınız.” Allahû Tealâ, takvanın da bütün boyutlarını yaşayın diye ruhunuzu da vechinizi de nefsinizi de iradenizi de Allah’a teslim etmenizi emretmektedir.
Allah ile olan ilişkilerinizde, Allah’ın söyledikleri bu standartlar içindedir. En’am Suresinin 153. âyet-i kerimesinde de bir Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanlar var, bir de onun dışındaki bütün fırkaları oluşturanlar var. Sıratı Mustakîm’in üzerindekiler tek bir fırkayı oluşturur: Allah’a ulaşmayı dileyenlerin fırkası. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, dilediği an Sıratı Mustakîm’in üzerindedir. Sadece Sıratı Mustakînm’in üzerinde olan mü’minler kurtulur. Tabiatıyla bir insanın Allah’a ulaşmayı dileyebilmesi için mü’min olması asıldır. Kişi Allah’a inanacak ki Allah’a ulaşmayı dileyebilsin.
Allah’a ulaşmayı dileyen kişi dört tane temel vasfın sahibi olur:
Bu kişi Allah’a inanır. Mü’min olmanın temeli budur; Allah’a inanmak.
İnsan ruhunun Allah’a ulaşacağına inanır.
Bu ruhu Allah’a ulaştırmanın üzerine farz olduğuna inanır.
Eğer Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah’ın ruhunu mutlaka Kendisine ulaştıracağına inanır.
Böyle bir dizaynda dört tane temel inanç söz konusudur. Biliyorsunuz ki İslâm dîni Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir. Âdem (A.S)’dan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e kadar insanlara aynı şeriat verilmiştir. Allahû Tealâ: “Hz. Nuh’a, Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya verdiğimiz şeriatı sana da şeriat kıldık. Hepsi aynı şeriattır.” diyor. Bu sınırlar içerisinde dîni incelediğimiz zaman mutlak olarak bir Allah’a ulaşma dileğini ihata ettiğini görüyoruz. İnsanın kurtuluşa ulaşabilmesi için mü’min olmasının ama Allah’a ulaşmayı dileyen bir mü’min olmasının temel şartı Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen fakat sadece Allah’a inanan kişi cehennemden kurtulamaz. İnanıyor diye hiç kimse cehennemden kurtulamaz. Cehennemden kurtuluşun temeli sadece Allah’a inanmak değildir. Nedir? O inanılan Allah’a, ruhunu ulaştırmayı dilemektir. Mü’min olmanın bu temel çatısı üzerimize farz kılınmış ki Allahû Tealâ herkesi bu sebeple mü’min kılmak istemektedir.
30/RUM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Allahû Tealâ’nın kişiyi takva sahibi kıldığı noktada herşey çözülür. Kişinin takva sahibi olduğu nokta ise Allah’a ulaşmayı dilediği noktadır. Şimdi Hz. İbrâhîm’in hanif dîninin standartlarına bakalım.
Tek Allah’a inanmak; vahdet.
Allah’a ulaşmayı dileyenlerin oluşturduğu tek bir fırkayı vücuda getirmek; tevhid.
Teslim: Ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi Allah’a teslim etmek. 7 safha, 4 teslim.
İşte İslâm bundan ibarettir. Bir kişinin İslâm olma standartlarının içine girmesi mü’min olmasıyla gerçekleşir. Mü’min olmaksa sadece Allah’a inanmak demek değildir. Öyleyse inananlardan kimdir mü’min? Allahû Tealâ Bakara Suresinde mü’minleri “âmenû” kelimesi ile ifade etmektedir:
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tagûtu yuhricûnehum minen nûri ilaz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
“Allah, âmenû olanların yani Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minlerin dostudur.” Öyleyse Allah âmenû olmayan, Allah’a ulaşmayı dilemeyen birisinin dostu değildir. Kişi Allah’a inanıyor ama Allah’a ulaşmayı dilememiş, Allah’a yönelmemiş; Allah onun dostu değildir, o da Allah’ın dostu değildir.
Allah’ın bir insanın dostu olması için, o kişinin mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır, o zaman Allah onun dostu olur. Peki, Allahû Tealâ âmenû olan kişiye, mü’mine dost olduğu zaman ne yapar? O kişiyi zulmetten nura çıkarır. Bu ne demektir? O kişi Allah’a ulaşmayı dileyince 14. basamakta Allah mutlaka ona mürşid sevgisini verecek ve onu mürşidine ulaştıracaktır. 21. basamakta o kişinin ruhunu Allah Kendisine ulaştıracaktır. Nasıl ulaştıracaktır? Nefsinin kalbine rahmet ve fazl ve salâvât nurları gönderecek ve nefsinin kalbine bunları yerleştirecektir.
Hepiniz %0 nurdan ve %100 karanlıktan, zulmetten başlayan bir dünya hayatının sahibisiniz. Ne zaman nefs tezkiyesine başlarsanız, nefsinizin kalbinde başlangıçta %2 rahmet oluşacaktır, ondan sonra fazl oluşması başlayacaktır. Nefsinizin kalbindeki fazılların mürşidinize ulaştığınızdan sonraki devrede her %7’sinde ruhunuz, zemin kattan birinci gök katına, birinci gök katından ikinci gök katına, sonra üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci gök katlarına ulaşacaktır. Yedinci katta soldan sağa yedi tane âlem geçerek, Sidretül Münteha’ya ulaşacaktır. Sidretül Münteha, Allah’ın Zat’ına ulaşmadan evvelki varlıklar âleminin en yüksek noktasındaki ağaçtır. Kişi oradan dikey bir yolculukla Allah’ın Zat’ına ulaşacak, Allah’ın Zat’ında diğer ruhlar gibi yok olacaktır. Zaten o da Allah’ın ruhlarından biridir. Hepinizdeki ruh, sizin ruhunuz diye düşündüğünüz ruh, aslında Allah’ın ruhudur.
Allah kimlerin dostuymuş, kalplerini zulmetten nura ulaştırdığı kimlermiş? Allah’a ulaşmayı dileyenler. Ruhun Allah’a ulaşması nefsin kalbinin %51 nurla dolmasına bağlıdır. Daha ötesi var mı? Evet. Nefsinizin kalbi %81 nurla dolduğu zaman fizik vücudunuzu Allah’a teslim edersiniz, %100 nurla dolduğu zaman nefsinizi de Allah’a teslim edersiniz. Bu söylediğimiz bütün dizaynı yaşayabilmesi, kişinin her şeyden önce gerçek mü’min olmasıyla başlar. Kur’ân-ı Kerim’de inan kişiler için de âmenû kelimesi kullanılmaktadır; ama o kişi gerçek mü’min değildir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
8/ENFAL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Ey âmenû olanlar takva sahibi olun ki Allah size furkanlar versin ve günahlarınızı örtsün.” İşte burada âmenû olma tabiri var; ama bu âmenû olmak Allah’a ulaşmayı dileyen bir mü’min olmak anlamına gelmiyor. Yoksa inanan bir insan olduğu kesin. Allahû Tealâ âmenû tabirini kullandığına göre, bu kişi Allah’a inanan bir kişidir. Ama Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hiç kimse Allah’a inanıyor diye Allah’ın cennetine giremez.
Şimdi Bakara Suresinin 157. âyet-i kerimesine dönelim, oradaki muhtevayı görelim. Bir grup var ki, bunlar âmenûlar ama Allah onların dostu olmuşlar. Onlar mutlaka Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minlerdir. Öyle mi? Öyle olduğu âyet-i kerimenin devamından geliyor: “Allah onların kalplerini zulmetten nura çıkarır”. Allahû Tealâ o kişinin nefsinin kalbine evvelâ %2 rahmet koyar, sonra %7, %7; %49 da fazl yerleştirir ve kapkaranlık kalp %50’den fazla aydınlığa kavuşur. Allah onların kalbini zulmetten nura ulaştırır. Fizik vücudun tesliminde kalpte % 81, nefsin tesliminde ise % 100 nur birikimi olur.
Şimdi biz %51 nurun oluştuğu yerdeyiz. Kişi âmenûdur, Allah’a ulaşmayı dilemiştir, Allah onun dostu olmuştur. Ve o kişinin ruhunu Allahû Tealâ Kendisine ulaştırarak, kişiyi ermiş evliya kılmıştır. Bunun için kişinin kalbinin %51 nurla donanması lâzım, Allahû Tealâ bunu gerçekleştirmiştir. Bu, o kişinin zikriyle mümkün olmuştur. Nefsin kalbinde her %7 fazl birikiminde ruh, Allah’a doğru yaptığı yolculukta bir gök katı yükselmiştir ve kişinin hayatı böyle devam etmiştir.
Öyleyse âyet-i kerimenin devamına bakalım. Burada mü’min ve kâfir kavramının nasıl ayrıldığını görüyoruz. Allahû Tealâ buyuruyor ki: “O kâfirlere gelince onlar da tagutun dostlarıdır ve tagut tarafından nurdan zulmete ulaştırılırlar.” Yani Allahû Tealâ o kişinin nefsinin kalbine %49 fazl, %2 de rahmet nuru yerleştirerek, her %7 fazl birikiminde bir tane gök katını aşırtır, o kişinin ruhunu Kendisine ulaştırır. Ama ondan sonra Allah’ın koruyucu kalkanı kişinin üzerinden ayrılır. Ayrılınca meydanı boş bulan şeytan ve onun şürekâsı; insan şeytanlar, cin şeytanlar, o kişiye musallat olurlar ve başarabilirlerse onu nurdan tekrar zulmete getirirler. O kişi yavaş yavaş zikrini kaybeder, zikretmeyi ikinci plana alır, yavaş yavaş ibadetleri aksamaya başlar; sonunda Allah’ın yolundan ayrılır. Allahû Tealâ her şeyi geriye döndürür.
Ne yapmıştı? O kişinin ruhu Allah’a ulaşmıştı, Allah onu tekrar o kişiye geri gönderir. Ne yapmıştı? Allah onun kalbine îmânı yazmıştı, îmân kelimesini kalbinden siler. Başının üzerinde devrin imamının ruhu vardı, ruhu başın üzerinden alır. Nefsinin kalbindeki bütün nurlar vücudu terk eder. Nefsin kalbi tekrar kapkaranlık olur. Allahû Tealâ, kişinin kalbindeki îmân kelimesini söküp alır. Kişi tekrar başa döner. Başlangıçta yani Allah’a ulaşmayı dilemeden evvel zaten fısktaydı, Allah’a ulaştıktan sonra tekrar fıska düşer. Bu ikinci fısktır.
Allahû Tealâ bundan sonra o kişiye bir defa daha hak verir. O kişi Allah’a ulaşmayı dilerse bir defa daha Allahû Tealâ onu bir mürşide ulaştıracaktır, bir defa daha o kişinin ruhunu Kendisine mutlaka ulaştıracaktır. O kişi Allah’a ulaşmayı dilemişse mutlaka o kişi değil Allah bunu gerçekleştirecektir. Ama bu son hidayettir. Eğer kişi bu ikinci defa hidayete ulaştıktan sonra tekrar fıska düşerse, Allah o kişinin kalbini tab eder, mühürler ve bir daha mührü açmaz. O kişinin bir defa daha hidayete ermesi mümkün değildir. Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişiden koruyucu kalkan kalkar kalkmaz, o kişiyi Allah’ın yolundan caydırmak üzere insan şeytanlar ve cin şeytanlar kişiye musallat olur.
Allah ile olan ilişkilerinizde muhtevaya dikkatle bakın. Bakara Suresinin bu 257. âyet-i kerimesinde gördüğümüz nedir? Bir âmenû olanlar var, Allah’ın dostları. Bir de kâfirler var; tagutun dostları. Tagutun dostları kâfirlerdir. Allah’ın dostları elbette mü’minlerdir. Zaten onların daha kalpleri aydınlanmaya başlamadan evvel mü’min olduklarını biliyoruz. Allah’a ulaşmayı diledikleri anda kalplerinde aydınlık yoktur ama onlar mü’min olmuşlardır. Sonra Allah’ın müdahaleleri gerçekleşecektir.
Öyleyse görüyoruz ki sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler mü’mindir, Allah’ın dostluğunu hak edenler onlardır. Allah onların dostudur. Diğerleri ise tagutun dostudur. Buradaki ifadeye de dikkatinizi çekiyorum. Allah’a ulaşmayı dileyenler için Allahû Tealâ diyor ki: “Allah onların dostudur.” Ama “Tagut diğerlerinin dostudur.” demiyor. “Allah’a ulaşmayı dilemeyenler kâfirdirler. Onlar tagutun dostudurlar.” diyor. “Tagut onların dostlarıdır.” demiyor. Farklılığı açıklamak istiyorum.
Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’ın dostu, tamam; fakat Allah da onların dostu. Âyet-i kerime: “Allah âmenû olanların dostudur.” şeklinde. “Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’ın dostudur.” şeklinde değil. “Allah âmenû olanların, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin dostudur. “Kâfirlere gelince, kâfirler de tagutun dostudur.” diyor. Allah’ın dostları, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Tagutun dostları ise Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Allah’ın dostları mü’minler, tagutun dostları kâfirlerdir. Tagutun dostlarının kâfirler olduğu kesinlik kazanmaktadır. Âmenû kelimesi de, kalpleri aydınlığa ulaştığına göre mü’minlerin ifadesidir. Hatta daha kalp aydınlığa ulaşmadan evvel, o kişi Allah’a ulaşmayı diler dilemez mü’min olur, kalbi aydınlanacağı cihetle kişinin mü’min olduğu kesinlik kazanmaktadır.
Öyleyse ne görüyoruz? Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi küfürdedir. Allahû Tealâ bu âyetler boyunca kişinin küfürde olduğunu, mü’min olmadığını kâfir olduğunu anlatmaktadır. Ancak kâfirler tagutun dostudur. Mü’minler Allah’ın dostluğunu kazanan ve Allah’a dost olanlardır. Eğer kâfirler tagutun dostuysa mü’minler de Allah’ın dostudur. Eğer Allah bir kişiye dost olmuşsa, o kişinin Allah’a dost olmaması hiç mümkün mü? Elbette o da Allah’a dosttur. Görüyoruz ki mü’min olabilmek şerefi sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler için geçerlidir.
Âmenû kelimesi Enfal Suresinde de geçmektedir:
8/ENFAL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
Burada âmenû olarak ifade edilen kişi mü’min değildir, henüz takva sahibi olmamıştır. Allah’a ulaşmayı dileyince takva sahibi olacaktır. Allahû Tealâ gene âmenû kelimesinde takva sahibi olan bir grubu anlatıyor, buyuruyor ki: “O Allah’ın evliyası var ya, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar, onlar âmenûdurlar ve takva sahibi olmuşlardır.” Burada takva sahibi olan, âmenû olan bir kişiden bahsedilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de takva sahibi olan âmenû olan kişiler de, takva sahibi olmayan ama gene âmenû olan kişiler de yer almıştır.
Sizlerle birlikte, Allah’ın bize öğrettiği ilimle Kur’ân’da unutulmuş ve hurafelerle donatılmış olan mü’min olma kavramını işledik.
|
|