|
Hikmet, Kur’ân kavramlarının üst boyutta yaşanan bir müessesesidir. Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir.”
2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.
Allahû Tealâ herşeyi dilediğine verir. Kime ne dilerse onu verir. Ama burada dikkat edilmesi gerekli olan gerçek şu ki Allahû Tealâ sadece hak edene verir. Allah’ın dilediği kişi, o verdiğini hak eden kişidir.
Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
13/RAD-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
“Allah dilediğini dalâlette bırakır. Ama onlardan kim Allah'a ulaşmayı dilerse onları Kendisine ulaştırır.” Allahû Tealâ dalâlette olanları, dalâlette bırakmayı dilediği için mi dalâlette kabul ediyor? Hayır, o kişiler zaten dalâlettedirler. Allahû Tealâ onları ilgi alanının dışında tutuyor ve buyuruyor ki: “Onlar Bana ulaşmayı dilemiyorlar, bu sebeple dalâletteler.” İşte bu dalâlette olan insanların dizaynında farklı bir olgu vardır. Bu insanlar, Allah'a ulaşmayı dilemedikleri için dalâlettedirler. “Allah onları dalâlette bırakır.” ifadesinde, Allah onları dalâlette bırakmak istediği için dalâlette bırakmış değildir. Allah onları dalâletteki halleriyle bırakır, onlarla meşgul olmaz. Ama onlardan kim Allah'a ulaşmayı dilerse Allah onları dalâlette bırakmaz ve Kendisine ulaştırır.
İki grup insan vardır:
1- Allah’ın dalâlette bıraktıkları; Allah'a ulaşmayı dilemeyenler.
2- Allah’a ulaşanlar; Allah'a ulaşmayı dileyenler.
Öyleyse hikmet müessesesini incelediğimiz zaman bunun işaretlerine bakıyoruz:
1- Hikmetin sahibi olan kişi daimî zikrin sahibi olmalıdır.
2- Bu sebeple nefsinin kalbindeki bütün afetler yok olmuş olmalıdır.
3- Allah onun kalp gözünü açmış olmalıdır.
4- Kalp kulağını açmış olmalıdır.
5- Bu kişi Allahû Tealâ ile dilediği an konuşabilmelidir (Ehli tezekkür).
6- Bu kişi daimî zikrin sahibi olduğu için kişi her an derecat kazanmaktadır (Ehli hayır).
Allahû Tealâ’nın hayır müessesesi burada kendini gösterir. Çünkü daimî zikrin sahibi olan kişi her an derecat kazanmaktadır. Burada kesintisiz bir derecat kazanma olayıyla karşı karşıyayız. Başkaları aynı saniyede bir derece kazansa, Allahû Tealâ kiramen kâtibin meleklerine onun 10 katını yazdırır. Ama eğer hikmette olan birisi zikir yapıyorsa, her saniye “Allah” kelimesini devamlı tekrar ettiği için, başkalarının 10 derecesine mukabil o her saniye 700 derece kazanır. Onlar 10 derece kazanırlar, hikmette olanlar 700 derece kazanırlar. İşte bu onların hikmet sahibi ve hayrın sahibi olmalarındandır.
Allahû Tealâ: “Onlara büyük hayır verilmiştir.” demekle, o kişinin daimî zikirde olduğunu, her saniye kesintisiz olarak 700 derecat kazandığını ve kazançlarının sonsuz olduğunu ifade etmektedir. O kişi ömür boyunca daimî zikrini devam ettirecek ve kazancı da sonsuz olacaktır. Allahû Tealâ: “Onlara büyük hayır verilmiştir.” demekle, sonsuz dereceler kazanmalarını ifade etmektedir.
7- Bu kişinin 7. özelliği hikmet sahibi oluşudur (Ehli hüküm, ehli hikmet).
Öyleyse hikmetin gerçek anlamda oluşabilmesinin aslî noktasına ulaştık. Bir hüküm sahibi olmak, bir de hikmet sahibi olmak söz konusudur. Bu kişi eğer hâkimse, bu kişi eğer hakemse mutlaka doğru karar verir. Allah’tan soracak ve ona göre karar verecektir. Hep gönlü rahat edecektir. Ama bu kişi aynı zamanda hikmetin sahibidir. Ne demek istiyoruz? Kur’ân-ı Kerim’in 28 basamağıyla alâkalı olan hangi âyeti görse, o âyetin 28 basamaktan hangisine oturduğunu, hangisiyle ilişkili olduğunu bir bakışta görür.
İşte bu kişi hikmet sahibidir. 28 basamaklık bir İslâm merdiveninin 26.’sında hikmet oluşur. Hikmet, Ayn’el yakînin ötesinde ulaşılan bir durumdur. İlm’el yakîn bittikten sonra bir köprü gelir. O köprüye ulaşan kişi fenâfillah makamını geçer. Köprü, fenâfillah makamını, bekâbillah makamını, züht makamını ve muhsinler makamını ihata eder. Bu dört makamı geçen kişi ulûl’elbab makamına gelir, işte burası hikmet makamıdır.
Hikmetin temel muhtevası o kişinin mutlak olarak daimî zikirde olmasıdır. Daimî zikirde olmayan hiç kimse hikmet sahibi olamaz. O kişi Allah’tan ihsanlar alabilir, ni’metler alabilir ama hikmet sahibi olamaz. Hikmetin sahibi olan kişiyle, Allahû Tealâ’nın kendisine ilim verdiği kişi aynı kişi değildir. Hikmet, ilmin ötesidir, Allahû Tealâ’nın özel bir ilmidir.
Bir insanın fenâ makamında veya bekâ makamında veya züht makamında veya muhsinler makamında kalp gözü açılsa dahi, o kişi hikmet sahibi olmaz. Kişinin kalp gözü açılınca, kişi irfan sahibi olmuştur. İrfan sahibi olmakla, arif olmakla, hikmet sahibi olmak aynı şey değildir. Hikmet sahibi olmak mutlaka daimî zikri gerektirdiği halde irfan sahibi olmak, arif olmak mutlaka daimî zikri gerektirmez. Daimî zikre ulaşmadan da Allahû Tealâ bir insanın kalp gözünü açabilir. Allahû Tealâ bir insanın kalp kulağını da açabilir. Kişi daimî zikre ulaşmadığı halde Allahû Tealâ bunu yapabilir. Ama bu kişi o noktada hikmet sahibi olmaz, hüküm sahibi olmaz, bu kişi arif olur.
Öyleyse 28 basamaklık bir dizayn içersinde olaya bakalım. 1. basamakta olaylar yaşanır, 2. basamakta olayların muhtevası ortaya konulur. Kişi musibetlerle imtihan olunur ve tavrını ortaya koyar. İnsanların büyük kısmı Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerdir ama o dilemeyenlerin küçük bir kısmı sadece Allah'a ulaşmayı dilememekle kalmayıp başka insanların da Allah'a ulaşmayı dilemesine engel olanlardır; işte onlar seçilmezler. 2. basamak seçim basamağıdır. Geri kalan insanların %90’dan fazlası seçilir. Bu insanlar da toplamın %90’nından daha fazladır.
O seçilen insanlardan %10’dan daha az kişi, Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir. Bunlar 3. basamaktadır. Bu noktadan sonra kişi Allahû Tealâ’nın Rahîm esmasıyla tecellisine muhatap olur, burası 4. basamaktır. Sonra o kişinin üzerinde Allahû Tealâ Rahîm esmasıyla tecelliye başlayınca onun gözlerindeki hicab-ı mestureyi alır, kişinin gözleri görmeye başlar. Görme hassasındaki gışaveti alır. Görme, hassayla birleşerek kişinin gerçek anlamda irşad makamını irşad makamı olarak görmesini temin eder. Sonra Allahû Tealâ onun kulaklarındaki vakrayı alır, o kişinin sem’î isimli işitme hassasının mührünü açar. O kişinin kalbindeki ekinneti alır, kalbinin mührünü açar ve yerine ihbat koyar. Bu süreç içersinde Allahû Tealâ o kişinin bütün günahlarını örter. O kişiye 7 tane furkan verir ve onun bütün günahlarını örter.
Sonra Allahû Tealâ o kişinin kalbine ulaşır, burası 8. basamaktır. Sonra kişinin kalbine ulaşan Allah, o kişinin kalbini Allah’a çevirir. Sonra o kişinin göğsünü yarar, şerh eder, göğsünden kalbine bir nur yolu açar. Bu kişinin zikir yapması üzerine Allah’ın katından gelen rahmet ve fazl o kişinin göğsüne gelir, göğsündeki o yarıktan geçerek kalbine ulaşır, kalbine rahmet nuru girmeye başlar. Bu rahmet nuru %2’yi bulduğunda kişi huşû sahibi olur. Huşû sahibi olan kişiyse Allah’tan mürşidini sormak yetkisinin sahibi olur. Böyle bir dizaynda bu kişi hacet namazını kılarak Allah’tan mürşidini sorduğu zaman, Allah ona mürşidini gösterir. Burası 13. basamaktır, 14. basamakta da kişi mürşidine ulaşır, tâbiiyetini gerçekleştirir. Tövbe eder, el öper ve tâbiiyet tamamlanır.
Bu kişi tâbiiyet sırasında yeni faydalar sağlayacaktır, Allah ona 7 tane ni’met verecektir. Birinci ni’met, o kişinin kalbinin içine Allahû Tealâ’nın îmân kelimesini yazmasıdır. Sonra o kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu gelir ve yerleşir (2. ni’net). Bu ni’metlerin ikisi de Allahû Tealâ tarafından şöyle ifade edilmektedir:
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullah(hizbullahi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah’a ulaşma gününe) îmân eden kavmi, Allah’a ve resûlüne karşı gelenlerle sevişir bulamazsın. Velev ki; onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aynı aşiretten olsun. Onların kalplerine îmân yazılır. Ve onlar, Allah’ın katından (orada eğitilmiş olan) bir ruhla (devrin imamının ruhunun başlarının üzerine yerleşmesi ile) desteklenirler ve altlarından ırmaklar akan cennetlere konurlar. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdırlar. İşte onlar, Allah taraftarıdırlar. Ve muhakkak ki; Allah, taraftarları kurtuluşa (felâha) erenlerdir.
“Onların kalplerinin içine îmân yazılır ve başlarının üzerine Allah’ın katından, Allah’ın emrinden ruh gönderilir.” Bu devrin imamının ruhudur. Kişinin başının üzerine gelir.
Devrin imamının ruhu o kişinin ruhuna der ki: “Senin Allah’a mülâki olma günün, yevm’et telâkın geldi, vücudu terk et. Kime tâbî olduysan onun dergâha in. Oradan da ana dergâha geçeceksin. Ana dergâhtan Allah’a doğru yola çıkacaksın.” İşte kişinin başının üzerine gelen devrin imamı, o kişinin ruhuna bunu söyleyince ruh vücudu terk eder, kime tâbî olmuşsa o dergâha ulaşır. (3. ni’met)
Kalbe îmân yazılması, devrin imamının ruhunun o kişinin başının üzerine gelmesi ve ruhun Allah’a doğru yola çıkması ilk üç ni’meti oluşturur. Dördüncü ni’met o kişinin nefs tezkiyesine başlamasıdır. Bu noktada kişi zikir yapar, “Allah, Allah, Allah, Allah” derse; Allah’ın katından hem rahmetle fazl hem de rahmetle salâvât isimli iki grup nur gelir. Rahmet nurları taşıyıcıdır. Fazıllar kalpte yerleşecek ve nefs tezkiyesini sağlayacak olan nurlardır. Salâvât nurları ise kalbe gelirler ve tekrar kalbi terk ederler. Diğer karanlıkların kalpten temizlenmesi konusunda salâvât nurları görevlidirler. Karanlıkların yok edilmesi, kapı dışarı edilmesi olayı söz konusudur.
Allah’tan gelen rahmet ve fazıldan fazıllar, yavaş yavaş kişinin nefsinin kalbindeki îmân kelimesinin çekim gücüne kapılırlar ve îmân kelimesinin etrafında toplanmaya başlarlar. Bu fazıllar %7 olduğu zaman Nefs-i Emmare tahakkuk eder. Kişi Nefs-i Emmare’dedir yani Allahû Tealâ’nın dizaynında nefsin ilk kademesindedir. Nefs-i Emmare’de, ruh zemin kattan 1. kata kadar ulaşır. Sonra ikinci defa %7 nur birikimi ile ruh 1. kattan 2. gök katına ulaşır. İkinci defa %7 fazl birikimi Nefs-i Levvame’yi ifade eder. 3. defa %7 nur birikimi; Nefs-i Mülhime. Kişi, Allah’tan ilham almaya başlar. 4. defa %7 nur birikimi; Nefs-i Mutmainne, kişi doyuma ulaşır. 5. defa % 7 nur birikimi; Nefs-i Radiye, kişi Allah’tan razı olur. 6. defa %7 nur birikimi; Nefs-i Mardiyye, Allah da ondan razı olur. 7. defa %7 nur birikimi; Nefs-i Tezkiye, kişinin nefsi tezkiye olmuştur, ruhu da Allah’a ulaşmıştır.
Allah’ın yoluna giren, Allah'a ulaşmayı dileyen kişi mürşidine tâbî olduktan sonra 5-6 aylık bir zaman dilimi içersinde, Allah onun ruhunu Kendisine ulaştırır. Allah’ın verdiği söz böylece tamamlanmış olur.
Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren bu kişi İlm’el yakîndedir, ta ki ruhu Allah’a ulaşsın ve teslim olsun. İlm’el yakîn bu kişi için Allah’ın bir dizaynını ifade eder. O kişi ilme yakîn hasıl etmiştir, daha kalp gözü kapalıdır, kalp kulağı kapalıdır. Yakîn müessesesi 2. kademeye, Ayn’el yakîne geçmemiştir. 21. basamakta ruh Allah’a ulaşır. Derhal ruh Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası da 22. basamaktır, bu iki olay birbirinin arkasından tahakkuk eder. Bu kişi ermiş evliya olur.
İşte bir insanın Allah’a ermiş evliya olmak sadedinde yalvarması, yakarması; o kişiye çok şeyler kazandırır. Bu kişi Allah'a ulaşmayı dilediği an 1. kat cennetin sahibidir, burası 3. basamaktır. Mürşidine ulaştığı basamak 14. basamaktır. Bu kişi Allah’tan aldığı 12 tane ihsanla mürşidine tâbî olmuştur. İhsanla tâbî olan herkes mutlaka tâbiiyeti anında 2. kat cennetin sahibi olur. Sonra ruh anlattığımız gibi vücuttan ayrılır, mürşidin dergâhına ulaşır, oradan ana dergâha, devrin imamının dergâhına ulaşır. Oradan da Allah’a doğru yaptığı bir yolculukla Allah’ın Zat’ına ulaşır. Vuslat olur, Allah’a vasıl olur, Allah’ın Zat’ında yok olur. Ulaşmak, vasıl olmak 21. basamaktır, Allah’ın Zat’ın ifna olmak, yok olmak 22. basamaktır. Buraya kadar bütün insanlar Allah’ın garantisi altındadır. Burası velâyet makamlarından fenâ makamıdır ve İlm’el yakînin bittiği yerdir ama Ayn’el yakîn buradan başlamaz. Bundan sonra 22. basamakta, kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olur. Kişi böylece evvab olur. Evvab olmak ruhu Allah’ın Zat’ında yok olmuş kişi anlamındadır.
Sonra, En’am Suresinin 127. âyet-i kerimesi gereğince, böyle bir insana Allah’ın bir ni’meti daha gelecektir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
6/EN’AM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.
Bu kişi Allah ile olan ilişkilerinde burada bekâ makamına ulaşır, bu bir altın tahttır. Sonra, kişinin zikrini arttırması söz konusudur. Ne zaman o kişinin zikri günün yarısından öteye geçerse, nefsinin kalbindeki nurlar da %71’i aşar. Bu kişinin kalbindeki nurlar %81’e ulaştığı zaman o kişinin fizik vücudu da Allah’a teslim olur. Burası muhsinler makamıdır.
Kişi Allah’ın Zat’ında yok olduğu zaman fenâ makamına ulaşmıştır. Allah ona bundan sonra İndi İlâhi’de altın bir taht ihsan ettiği zaman, kişi bekâ makamına ulaşmıştır. Kişinin zikri günün yarısını aştığı zaman kişi zahid olmuştur, züht makamının sahibi olmuştur ve nefsinin kalbindeki nurlar %71’i aşmıştır. Ne zaman o kişinin nefsinin kalbindeki nurlar %81’e ulaşırsa, o kişinin fizik vücudu Allah’a teslim olur. Kimin vücudu Allah’a teslim olmuşsa bu teslim keyfiyeti, o kişinin nefsinde %81’den fazla nur birikimini ifade eder.
Böyle bir ortamda bu %81 nur birikiminde fenâ, bekâ, züht ve muhsinler makamı geçilir. Bu 4 makamın herhangibirisinde o kişinin kalp gözü açılabilir. O zaman bu kişi kalp gözü açılan birisi olmuştur, arif olmuştur, irfan sahibi olmuştur. Veya kalp kulağı açılır; Allah’ın söylediklerini işitmeye başlar, gene arif olmuştur, irfan sahibi olmuştur ama hikmet sahibi olamamıştır. İkisi birden; kalp kulağı da kalp gözü de açılabilir. Gene irfan sahibi olmuştur ama hikmet sahibi olamamıştır.
Kişi ne zaman daimî zikre ulaşırsa o zaman hikmet sahibi olacaktır. Bu kişi günün yarısından daha fazla zikre zaten çoktan ulaşmıştır. Asıl aşılması güç olan handikap budur; günün yarısından daha fazla zikretmek. Bu noktayı aşan kişi, ondan sonra daimî zikre yükselecektir ve daimî zikre ulaştığı zaman da hikmet sahibi olacaktır.
Allahû Tealâ böyle insanlara, hikmet sahibi olan insanlara “ulûl’elbab” diyor. Elbab, lübbler demektir. Ulûl’elbab; lübblerin sahipleridir. Lübb, beş duyumuzla hissedebildiğimiz şeylerin ötesini hissedebilmemiz anlamına gelir. İşte bu müessese Kur’ân-ı Kerim’de “ulûl’elbab” adıyla anılır.
Kimdir ulûl’elbab? Hadi gelin tarifine bakalım. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/AL-İ İMRAN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Hiç şüphesiz; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette ulûl’elbab için nice deliller vardır.
3/AL-İ İMRAN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”
Bir insan üç halde bulunabilir; ayaktadır, oturuyordur, yan üstü yatıyordur. Ya da herhangibir şekilde yatıyordur ama Allah’ın ulûl’elbab kulları yan üstü yatanlardır. Onlar genellikle kıbleyi sağa alacak bir şekilde yataklarını dizayn ederler, sonra sağa doğru dönerek uyurlar, kulakları yastığa gelir, birazcık kulaklarını yastık üzerinde hareket ettirirler, bir noktada karar kılarlar. İşte karar kıldıkları nokta, kulaklarında basınç sebebiyle kalplerinin atışını hissettikleri noktadır. Kalplerinin her çift atışında dillerini de kımıldatmaksızın iç dünyalarında “Allah” kelimesini tekrar ede ede uyurlar. Dillerini kımıldatmadan söylerler. İç dünyalarında “Allah” kelimesi devamlı yankılanır. Kişi sabahleyin uyandığı zaman da zikrinin devam ettiğini görür. Allah kelimesi o kişi tarafından devamlı tekrar edilir. Allahû Tealâ’nın bütün güzellikleri burada adım adım görülmeye başlar. Kişinin kalp gözü açılmıştır, kalp kulağı açılmıştır çünkü o kişi daimî zikrin sahibidir.
Peki, hikmet sahibi olmak üzerimize farz mıdır? Evet, hikmet sahibi olmak hepimizin üzerine farzdır. Allahû Tealâ diyor ki: “Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikredin.”
4/NİSA-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Namazı bitirdiğinizde; ayaktayken, otururken ve yan üzeriyken (yan üstü yatarken) Allah’ı hep zikredin! Güvenliğe kavuştuğunuzda namazı erkânıyla kılın. Çünkü; namaz, mü’minlerin üzerine, vakitleri belirlenmiş bir farz olmuştur.
Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikretmek üzerimize farzdır. Görülüyor ki hikmet sahibi olmak farzmış. Peki, Allahû Tealâ’nın bu hikmet sahibi kulları hangi özelliklerinin sahibidir? Allahû Tealâ bu makama “ulûl’elbab makamı” diyor. Bu makam hikmetin 1. kademesidir. Bu makamda kişiye yerlerin melekûtu (7 kat yerler yani 7 kat cehennem) gösterilir. 7 kat cehennem o kişiye mutlak olarak gösterilir, bunun adı yerlerin melekûtudur.
Gördük ki ulûl’elbab olmak insanların üzerine farzdır. Bütün sahâbe, üzerlerine düşen bu farzı Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile birlikte gerçekleştirmişler mi? Evet, bütün sahâbe gerçekleştirmiş. İşte Allahû Tealâ Zumer-18’de sahâbeden bahsediyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar (sahâbe), sözleri işitirler ve onların (sözlerin) ahsen olanına (Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından söylenilenine) tâbî olurlar. İşte onlar, hidayete erenlerdir (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıranlardır). Ve onlar, ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleridir, nefslerini Allah’a teslim edenlerdir).
“Onlar sözü dinlerler, sözün ahsen olanına tâbî olurlar.” dedikten sonra Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar hidayete erdiler ve onlar ulûl’elbab oldular.” Öyleyse hepsi hidayete ermişler, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar, fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler ve hikmet sahibi olmuşlardır. Çünkü Allahû Tealâ Zumer-18’de onların ulûl’elbab olduğunu söylüyor. Bütün sahâbe ulûl’elbab olmuştur.
Ulûl’elbab kimdir? Ulûl’elbab; daimî zikrin sahibidir. Ulûl’elbab kimdir? Ulûl’elbab; hikmet sahibidir. Hikmet müessesesine baktığımız zaman bu hikmet müessesesinde mutlaka kalp gözünün açıldığını, mutlaka kalp kulağının da açıldığını görüyoruz. Bu açılma 5. basamaktaki dünyaya ait olan, mürşidi mürşid olarak görmek üzere fizik dünyaya açılan bir göz açılması değildir. Bu gayba gözlerin açılmasıdır. 7. kat, en alt cehennemden 6., 5., 4., 3., 2., 1. kat cehennemlere doğru bütün cehennemleri Allahû Tealâ bu kişiye gösterir. Sonra da bu katın özelliği, yeryüzünde orta nokta olan ana dergâhın da gösterilmesidir. 7 kat yerlerle daha sonra başlayacak olan 7 kat göklerin arasında Allahû Tealâ’nın devrin imamının dergâhını göstermesi de söz konusudur.
Hikmet sahibi olan herkese mutlaka Allahû Tealâ tarafından ana dergâh gösterilir, onu görürler. 10’arlık insan ruhları sıralamasını görürler. Her birinin önünde Kur’ân’ların üzerinde olduğu rahleler vardır ve ilk 10’arlık sıranın sağ tarafında sağ kanat velîsi, sol tarafında sol kanat velîsi vardır. Sağ kanat velîsi aynı zamanda ders verir. Ana dergâhta Peygamber Efendimiz (S.A.V) de sık sık bulunur. Ebû Bekir-i Sıddık (R.A) sağ kanat velîsidir.
Bu zemin katın ötesinde bir de balkon katı, asma kat vardır. Orada da 7. kata çıkabilenler 10’arlık sıralar halinde secdededirler ve onlar rahle-i tedrisatı aşmışlardır. 6. katı aşıp 7. kata ulaşabilenler, asma kattaki 10’arlık sıralara dahil olurlar.
Allahû Tealâ ulûl’elbabın ehli tezekkür olduğunu ifade etmektedir:
3/AL-İ İMRAN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).”
O (Allah) ki; Kitab’I, sana O indirdi. O'ndan bir kısmı muhkem (mânâsı açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez) âyetlerdir ki; bunlar, (Levhi Mahfuz’daki) ümmülkitapta (yer alan açık ve kesin âyetler)dir. Diğerleri ise müteşabih (mânâsı kapalı, açıklama isteyen) âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik (ve döneklik) bulunanlar, fitne çıkarmak ve (kendi yararına uygun) tevîlde (yorumda) bulunmak istedikleri için o (Kitab’)ın müteşabih olan kısmına uyarlar. Halbuki onların tevîlini, kimse bilmez ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olan RASİHUN (rüsuh sahipleri) ise derler ki: “O’na îmân ettik, hepsi de Rabbimiz katından (indirilme)dir.” Bunu kimse tezekkür edemez ancak ulûl'elbab tezekkür edebilir.
“O (Allah) ki; sana Kur’ân’ı indirdi. O’nda yani Kur’ân’da hem muhkem âyetler vardır hem müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler, Kur’ân’ın esasını teşkil ederler. Müteşabih âyetlere gelince, onların gerçek anlamını Allah’tan başka kimse bilmez. Kalplerinde zeyg olanlar, müteşabih âyetleri kullanmak suretiyle başka insanların arasına fitne sokmak isterler. İlimde kökleşmiş olan zahirî ilmin sahipleri, rasihun ise derler ki: ‘Ey Yüce Allah’ım, bu âyetlerin hepsini Sen indirdin, hepsi Senin katındandır.’ Ama rasihun, müteşabih âyetleri tezekkür edemezler. Ancak ulûl’elbab tezekkür edebilir.”
Allahû Tealâ: “İllâ ulûl elbab” diyor. İşte hikmet sahipleri ulûl’elbab olanlardır. Daimî zikrin sahipleridir. Ulûl’elbab makamından sonra ihlâs makamı geliyor. İhlâs makamından sonra salâh makamı geliyor. Öyleyse hikmetin ötesi de vardır. Evet, insanlardan her kim Allah’ın Zat’ını görürse o hikmetin ötesine geçer. Allah’ın Zat’ını görmekse iradeyi Allah’a teslimle gerçekleşir. Böyle bir noktaya ulaşabilmek için kişinin nefsinin kalbinde 19 mertebe müzeyyen olmak vücuda gelmelidir.
Öyleyse hikmet sahibi olan insan demek ki ehli tezekkürmüş. Al-i İmran Suresinin 7. âyet-i kerimesi hikmet sahibi olan kişinin, ulûl’elbabın müteşabih âyetleri tezekkür edebileceğini söylüyor. Rasihun ise: “Bütün bu âyetlere inandık, emin olduk ki mutlaka Senin katındandır derler.” diyor, ama tezekkür edemiyor. Tezekkür müessesesi ulûl’elbaba aittir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’inde buyuruyor ki:
21/ENBİYA-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler) den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
Allahû Tealâ: “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler gönderdik. Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” diyor. Zikir ehli daimî zikrin sahipleridir yani hikmet ehlidir. Allahû Tealâ: “Bilmiyorsanız ehline sorun.” demiyor, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” diyor. Öyleyse zikir ehli Allah’ın dostlarıdır, üst seviye dostlarıdır.
İşte bu kişi ulûl’elbab makamında 7 kat yerleri gördükten sonra zemin katta devrin imamının dergâhını da görür. Daha sonra bu kişiye gök katlarından 1.’si gösterilecektir ve kişi 2., 3., 4., 5., 6., 7. gök katlarını görecektir; bu makam ihlâs makamıdır.
Allahû Tealâ acaba zikir ehli demekle neyi kastediyor? Zikir ehli demek “daimî zikrin sahibi” demektir. Zikir ehli demek “zikir sahibi” demektir. Kişi zikrin bütünleştiği bir noktadadır. Böyle bir insan Allah ile her an konuşabilir. Allahû Tealâ’nın bir büyük ni’metine müyesser olmuştur. Allahû Tealâ ona bu ni’meti vermiştir. Kişi Allah ile olan ilişkilerinde her an Allah’a bir şeyler sormak yetkisinin sahibi kılınmıştır. Allahû Tealâ lütuf ederse mutlaka sorunun cevabını verir.
Öyleyse tezekkür kelimesi, müzakere kelimesi, zikir kelimesi aynı kökten gelir. Müzakere; bir konuyu karşılıklı konuşmak ve bir konu hakkında birisinin diğerini sözlü imtihana tutmasıdır, her ikisi de müzakeredir. Tezekkür aynı kökten gelir, karşılıklı konuşma anlamını taşır. Sualler sorulur, cevaplar alınır. Bir kelime iki kelime konuşulmaz, konuşma devam eder. Böyle bir insan tezekkür müessesesinin sahibidir. Bir arkadaşıyla herhangibir konuyu konuşuyor gibi saygı içinde, edep içinde Allah’la konuşur. Allah da onunla konuşur. Allahû Tealâ’nın bir insana vahyetmesi, o insanla karşılıklı konuşmasıdır. Allahû Tealâ diyor ki:
42/ŞURA-51: Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.
Yani, “Allahû Tealâ hangi insanla konuşursa, onunla vahiyle konuşur.” diyor. Öyleyse ehli tezekkür, Allah’tan vahiy alanlardır. Ehli tezekkür, aynı zamanda “ehli zikir” mânâsına da gelir yani zikrin bütün boyutlarıyla sahibidir. 24 saat zikir yapabilen insan ehli zikirdir. Onun için zikr-i daim olması sebebiyle her saniye derecat kazanırlar ve her saniye 700 derecat kazanırlar. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Âlimin uykusu cahilin namazından daha çok derecat kazandırır, daha efdaldir.” diyor. O uykudayken de 700 derecat kazanırken, namaz kılan kişi eğer Allah yoluna girmemişse, sadece namaz kılmanın derecesini kazanıyorsa, her saniye 10 derece kazanabilir. Allah yolunda gayret eden bu hikmet sahipleri için Allahû Tealâ’nın hayır konusunda dizayn ettiğinde bakıyoruz ki; hayır o kişinin zikrine dayalıdır. Bu kişi daimî zikrin sahibidir. Öyleyse sonsuz hayrın sahibidir.
Hikmetin ötesi ihlâs makamıdır. Burada göklerin 7 katı gösterilir, göklerin melekûtu gösterilir. Sonra kişi 7. katın 7. âlemi olan İndi İlâhi’ye ulaştığında Sidretül Münteha’yı gördüğü zaman o kişi salâh makamına davet edilir. Bu, Tövbe-i Nasuh’la gerçekleşir. Allah’ın huzurunda bir tövbe işlemi yapılır, Bu Tövbe-i Nasuh’tur. Tövbe-i Nasuh yapan kişi, o da hikmet ehlidir ve ihlâs makamını aşar, salâh makamına ulaşır. Burada kişinin günahları örtülür, o kişiye salâh nuru verilir.
Salâh makamının birinci kademesi, o kişinin Tövbe-i Nasuh’la tövbe etmesidir. Sonra günahlar örtülür, sonra salâh nuru verilir, sonra günahları sevaba çevrilir, en sonra da iradesi Allahû Tealâ tarafından teslim alınır. İşte bu iradesi teslim alınan kişi Allahû Tealâ tarafından “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle irşad makamının sahibi kılınır. O iradesini Allah’a teslim ettiği için her an Allah’tan ne yapması lâzım geldiğini sorar. Sormadığı zaman da, her an Allah ona ne yapması lâzım geldiğini söyler. İradesini Allah’a teslim ettiği cihetle karar merci Allah’tır. Ve o kişi sorsa da sormasa da Allah ona ne yapacağını devamlı olarak söyleyecektir. Bu nokta son bulmacanın çözüldüğü, Allah’ın Zat’ının görüldüğü noktadır. Burası hikmetin ötesidir. Allah’ın Zat’ı hikmetin ötesini kapsar.
Bütün sahâbe hikmetin ötesine ulaşmışlar, hepsi bu bapta irşad makamına tayin edilmişlerdir. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi bütün sahâbenin bu hedefe ulaştığını ifade etmektedir. Allahû Tealâ diyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamlarını, en üst üç makamı işgal edenler), onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden), bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe, irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu.) Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Öyleyse her şeyin en güzel olduğu bir dizayn söz konusudur. Bütün sahâbeye ensar olsun, muhacirîn olsun hepsine tâbî olunmuş. Tâbî olanlar tâbiîn adını alıyor. Sonra tâbiîne tâbî olmuşlar; onlara da tebe-i tâbiîn deniyor.
|
|