|
Allahû Tealâ’nın indinde biliyorsunuz ki İslâm, 7 safha ve 4 tane teslimden oluşur. İrfan müessesesi arif olmayı ifade eder. “Urf” kökünden gelen bir dizayn ile karşı karşıyayız.
Arif olmak, irfanın sahibi olmak, irfan ehli olmak, irfanla emretmek birtakım ayrı muhtevayı ifade eder. Bir insanın ya kalp gözünün açılmasıyla görme açısından irfan sahibi olması söz konusudur veya işitme hassası açısından kalp kulağının açılması ile Allah’ın söylediklerini işitir olması söz konusudur. Her ikisi de irfanın ayrı bir parçasını oluşturur.
İrfan, İlm’el yakînin bittiği, Ayn’el yakînin başlamasından evvelki bir devrede oluşan bir müessesedir. İrfan ehli olmak, arif olmak demektir. Fizik ötesine geçişi kesin olarak muhtevasına alır. Ama irfanın bütün boyutları ile devreye girdiği yer daha ötesidir. Kalp gözünün, kalp kulağının açılmasının ötesinde kişinin her an Allah ile konuşabilmesi, ehli hayır oluşu, ehli hikmet oluşudur. Hepsi birarada geldiği zaman o kişi daimî zikrin sahibi olmuştur. Hem kalp gözü açılmıştır hem de kalp kulağı açılmıştır.
Allah ile olan ilişkilerinizde İlm’el yakîne baktığınız zaman bunun 21. basamakta tamamlandığını görürsünüz. 1. basamakta olaylar yaşanır. 2. basamakta davranış biçimleri ortaya konur. Allah’a ulaşmayı dilerse kişi 3. basamaktadır. 4. basamakta Rahîm esması ile tecelli söz konusudur. Allahû Tealâ müteakip basamaklarda o kişinin görme, işitme ve idrak etme hassasındaki engelleri alır, kişinin kalbine ulaşır. Göğsünden kalbine yol açar, o kişiyi huşû sahibi kılar.
Bundan sonra kişi nefs tezkiyesine başlar ve nefsinin kalbinde afetler %7-%7 azaldıkça, yerini fazıllara terk ettikçe, o kişinin ruhu gök katlarında 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7. katlara tırmanır ve Allah’ın Zat’ına ulaşır, Allah’ın Zat’ında yok olur. Buraya kadarı Allah’ın garantisi altında bir müessesedir.
Burası 21. basamaktır. Allah’ın Zat’ında yok olmak 22. basamağı ifade eder. Burası velâyetin ilk makamıdır. Artık kişi, ruhu 22. basamakta Allah’ın Zat’ında yok olan birisidir. 23. basamakta kendisine Allah’ın katında taht verilen beka makamının sahibidir. O kişi 24. basamakta günün yarısından daha fazla zikreden birisi olur. Günün yarısından daha fazla zikreden birisi olamadığı sürece 24. basamağa ulaşamaz. Zühd makamı, mutlak olarak günün yarısından daha fazla zikri gerektirir. Bu gerçekleştikten sonra fizik vücudun Allah’a teslimi mümkün olur ve nefsin kalbindeki bütün nurlar %81’e ulaşır.
Bu dört basamak;
1- Fenâ makamı
2- Beka makamı
3- Zühd makamı
4- Muhsinler makamıdır.
Bu 4 makam, 7 makamlık İslâmî statünün (velâyet makamlarının) 5., 6. ve 7. makamlarındaki hikmet sahibi olmaktan evvelki kesimi ifade eder. Bu dört basamak hikmete geçişin köprüsüdür.
Hikmet ehli olmak, ulûl’elbab olmak mutlak bir temel şart gerektirir; bu daimî zikirdir. Daimî zikir olmazsa hiç kimse ulûl’elbab olamaz. Ulûl’elbab, daimî zikrin sahipleridir. Onlar, ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’a zikredenlerdir.
3/AL-İ İMRAN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”
Bir insan 21. basamağa hatta 22. basamağa ulaşana kadar, ruhu Allah’ın Zat’ına ulaşıp Allah’ın Zat’ında yok olana kadar normal standartlarda irfan sahibi olmaz. Kalp gözü, kalp kulağı açılmaz. Ama bazen Allahû Tealâ dilerse oralarda da kişiyi irfan sahibi yapar.
Fiziğin ötesinde ya görme açısından ya da işitme açısından Allah’ın bir lütfuna ulaşan kişi, daimî zikre ulaşmadan kalp gözü açılan veya daimî zikre ulaşmadan kalp kulağı açılan veya daimî zikre ulaşmadan her ikisi de açılan bir insan irfan sahibidir ama hikmet sahibi değildir.
İrfanın var olduğu nokta; 22, 23, 24 ve 25. basamaklardaki köprünün üzerinde, seyr-i sülûktan sonra devam edilen yoldur. 21. basamakta İlm’el yakîn bitmiştir ama Ayn’el yakîn başlamamıştır. Ayn’el yakîn mutlaka 7 tane şart gerektirir.
Bu 7 şart şunlardır:
1- Kişi daimî zikrin sahibidir.
2- Kişi daimî zikrin sahibi olduğu için ve devamlı olarak kalbe Allah’ın nurları girip kalbi %100 aydınlık tutacağı için, o kalbin bir daha kararması söz konusu değildir. Kalpteki bütün afetler kapı dışarı edilmiştir. Bir daha kalbe geri dönmeleri, kalbi devamlı nur doldurduğu için mümkün değildir. Bu sebeple nefsin kalbindeki bütün afetler yok olmuştur. Bu, hikmetin 2. vasfıdır.
3- Nefsin kalbinde afetler olmadığı cihetle, Allahû Tealâ bu kişiye mutlaka kalp gözü ni’met olarak verir.
4- Mutlaka kalp kulağı ni’met olarak verir.
Bu gelen kalp gözü ve kalp kulağı ni’metleri kişiyi hikmet sahibi yapar ama temel şart daimî zikre ulaşmaktır. Ayrıca kişi üç vasıf şartı daha kazanır:
5- Ehli tezekkür olur, her an Allah ile konuşmak imkânının sahibi olur.
6- Ehli hayır olur, daimî zikrin sahibi olduğu için. 24 saat boyunca devamlı deracat kazanır. Kişi her saniye 700 deracat kazanmaya devam eder.
7- Bu kişinin ehli hüküm veya ehli hikmet olur. İkisi de aynı kökten geldiği için bir faktör sayılır. O kişi hâkim veya hakem olarak bir görevin sahibi olduğunda mutlaka Allah’tan sorarak karar vereceği için mutlak olarak adaleti tahakkuk ettirir. O kişi Kur’ân-ı Kerim âyetlerine baktığı zaman her âyetin 28 basamaktan hangisine ait olduğunu bir bakışta ortaya koyar.
İster ehli hüküm, ister ehli hikmet olsun, kişi bu sebeple 7 ayrı vasfın sahibidir. Hikmet bunların 7’sini de gerektirir.
Hikmette bulunan kalp gözünün açık olması ve kalp kulağının açık olması örfün, irfanın temel gereğidir. Her hikmet sahibi mutlaka irfanın sahibidir ama her irfanın sahibi hikmetin sahibi değildir.
İşte Kur’ân’ın unutulmuş kavramlarından bir tanesi de irfandır. Allahû Tealâ: “nehyi anil munker, emri bil ma’rûf” diyor.
3/AL-İ İMRAN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma’ruf ile emreder, münkerden (kötülükten) alıkoyarsınız (nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardım edersiniz). Allah’a îmân edersiniz. Eğer kitap ehli de îmân etmiş olsaydı kendileri için elbette hayırlı olurdu. Onlardan mü’min olanlar da var ama onların çoğu fasıklardır.
Ma’ruf, irfan ile aynı muhtevayı taşıyor. Bir kişinin irşad makamına tayin edilmesi, o noktada o kişinin emri bil ma’rûf yapması için Allah’tan yetki alması mânâsına gelir. Bu o kişinin Allahû Tealâ tarafından iradesini de Allahû Tealâ’ya teslim etmek suretiyle irşad makamına “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle tayin edilmesi anlamına gelir.
Kime yerlerin melekûtu gösterilmişse o ulûl’elbab olmuştur, hikmet sahibi olmuştur. Sonra göklerin melekûtu gösterilecektir ve kişi muhlis olacaktır, irşad olacaktır. Bu kişi 7 kat göklerin melekûtunu (Sidretül Münteha’ya kadar 7 tane gök katının hepsini) görecektir. 7. katın 7 âlemini de görecektir. 7. âlem olan İndi İlâhi’ye ulaşacaktır. Kişi oradaki en yüksek noktadaki ağacı gördüğü zaman Tövbe-i Nasuh’a davet edilir.
Tövbe-i Nasuh daveti o kişinin salâh makamına geçişidir. Salâh makamındaki işlemler ard arda oluşur:
1- Kişi Allah’ın davetiyle Tövbe-i Nasuh’a ulaşır. O kişi, Allah’ın söylediklerini tekrar etmek suretiyle Tövbe-i Nasuh’unu tamamladığı zaman salâh makamına geçmiştir. Tövbe-i Nasuh, salâh makamının 1. kademesindedir.
2- Salâh makamının 2. kademesi hemen arkasından otomatik olarak gelir. Allah o kişinin mürşidine ulaştıktan sonraki günahlarını örter.
3- Sonra Allahû Tealâ o kişiye ni’met olarak salâh nuru verir. Bu, salâh makamının 3. kademesidir.
4- Allah o kişinin örttüğü günahlarını bir de sevaba çevirir. Bu, salâh makamının 4. kademesidir.
5- 5. kademede o kişinin iradesini Allahû Tealâ teslim alır. İradenin teslimi ile beraber o kişi için artık Allah’ın bütün emirlerini talep etmek ve yerine getirmek söz konusudur. Kişi kendi iradesi ile bir şey yapmama noktasına ulaştırılmıştır. Her an ne yapması gerektiğini Allahû Tealâ’ya sorar. Allahû Tealâ da her an emrini verir, kişi de emirleri yerine getirir. Kişi, Allah’ın emirlerini yerine getirdikçe, Allah’ın o emirleri vermekte hangi hikmetleri hedef gösterdiğini, her olayı yaşadıkça idrak eder.
Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe bu makama ulaşmışlardır. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bütün sahâbe için diyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamlarını, en üst üç makamı işgal edenler): onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîn var ya; onlardan bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de ensara ve muhacirîne ihsânla tâbî olanlardandı.”
Görülüyor ki bütün sahâbe irşad makamına tayin olmuşlardır. Tâbiîn sahâbeye yani ensara ve muhacirîne tâbî olmuştur. Peki tâbiîne de tâbî olunmuş mudur? Evet, daha sonra da tâbiîne tâbî olunmuştur. Onlara da tebei tâbiîn deniyor.
Sahâbe kime tâbî oldu? Sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldu.
Sahâbeye kim tâbî oldu? Tâbiîn.
Tâbiîne kim tâbî oldu? Tebei tâbiîn.
Ondan sonra da tâbiiyet ta bizim zamanımıza kadar geldi. Biz kendi mürşidimize tâbî olduk, bizim için aynı zamanda Cebrail (A.S)’a tâbiiyet de söz konusu oldu ve sizler de bize tâbî oluyorsunuz.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/AL-İ İMRAN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizden, (insanları) hayra çağıran, ma’ruf (irfan) ile emreden, kötülüklerden alıkoyan (nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardım eden) bir ümmet (mürşidler) oluşsun. İşte onlar, MUFLİHUN (felâha erenler)un ta kendileridir.
“Ey sahâbe, sizin içinizden de irfanla emreden ve münkerden nehy eden bir ümmet oluşsun.”
Demek ki sahâbe o noktadayken henüz öyle bir ümmet oluşmamış.
Münkerden nehy etmek yani nehyi anil munker ve ma’rufla emretmek, “emri bil ma’rûf” irfanla emretmek; bu herkesin harcı değildir. Sahâbenin sonradan o noktaya ulaştığını Al-i İmran Suresinin 110. âyet-i kerimesinde görüyoruz:
3/AL-İ İMRAN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma’ruf ile emreder, münkerden (kötülükten) alıkoyarsınız (nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardım edersiniz). Allah’a îmân edersiniz. Eğer kitap ehli de îmân etmiş olsaydı kendileri için elbette hayırlı olurdu. Onlardan mü’min olanlar da var ama onların çoğu fasıklardır.
Allahû Tealâ: “Artık sizler münkerden nehy eden ve irfanla emreden bir topluluk oldunuz.” diyor.
Allahû Tealâ eski peygamberlerin zamanından bahsediyor: “Hz. Musa’nın kitabıyla emreden ve münkerden nehy eden bir topluluk vardı.” diyor ve gene Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’nın havarilerinin de münkerden nehy eden, ma’rufla emredenler olduğu açıklanıyor.
7/A'RAF-159: Ve min kavmi mûsâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne).
Ve Musa (A.S)’ın kavminden bir ümmet vardır. Hakk’a hidayet ederler (hidayete ulaştırırlar). Ve onunla (hak ile) adaletle hükmederler.
Ortada bir vakıa var: İrfan. Hikmet ehli olmadan, daha ötede iradesini de Allah’a teslim etmeden hiç kimse ma’rufla emreden ve münkerden nehyeden bir hüviyete ulaşamaz. Bu hikmetin ötesidir. Ma’rufla emretmek ve münkerden nehyetmek ancak iradesini de Allah’a teslim edenlerin vazifesidir.
Ama daha yoldayken, 22. basamakta, 23. basamakta, 24. basamakta, 25. basamakta kalp gözü bir insanın açılabilir. Açılması, o kişinin arif olduğunu gösterir, hikmet ehli olduğunu göstermez.
Tek başına bir kalp gözü olabilir mi? Olabilir. Tek başına bir kalp kulağı olabilir mi? Olabilir. Allahû Tealâ dilediğine sadece sözüyle hitap eder, o kişi duyar, Allahû Tealâ o kişiye duyurtur. Dilediğine gösterir. Dilediğine hem duyurur hem gösterir. Ama onlar iradelerini Allah’a teslim etmedikçe irşad makamının sahibi olamazlar. Münkerden nehyetmek ve ma’rufla emretmek yetkisinin sahibi olamazlar. Bu yetkilerin sahibi kılınmak, mutlak olarak kişinin iradesini de Allah’a teslim etmesini gerektirir. Emri bil ma’rûf, ma’rufla emretmek yani irfan müessesesi.
İrfan dediğimiz zaman kişinin kalp kulağının ve kalp gözünün açık olması yani o kişinin fiziğin ötesine geçmesi demektir. Ancak fiziğin ötesine geçip de şu bedenin dışında bir başka dünyada var olanları görebilen insanlar için, Allah’ın kalp gözünü ve kalp kulağını açtığı insanlar için, irfan ehli olmak söz konusudur.
İrfan ehli olmak kişinin münkerden nehyetmesi için ona yetki vermez, ma’rufla emretmesi için de yetki vermez. Ama kişi insanlarda yanlış davranışlar gördüğü zaman, her zaman ikaz etmek imkânının sahibidir. Böyle bir ikaz müessesesi yani yanlış görülen şeyleri insanlara söyleyerek bu konuda etrafına yardımcı olmaya çalışmak herkesin yapabileceği bir şeydir ama burada emretme olayı yoktur. Burada sadece herkesin yapabileceği bir ikaz müessesesi mevcuttur: İnsanları ikaz etmek, yanlışlarını hatırlatmak.
Emretmek Allah’ın emretme yetkisi verdiği kişiler için geçerlidir. O da ancak irşad makamının sahipleri için söz konusudur. O emretmek de zaten kişinin “Sana emrediyorum.” demesi şeklinde tezahür etmez, “Allah’ın emrini tebliğ ediyorum.” şeklinde tezahür eder.
Gene mürşid yani ma’rufla emreden ve münkerden nehyeden, Allah’ın irşad makamına tayin ettiği kişiler irşada memur ve mezun kılınanlardır. Emir ve kumanda mercileri reel olarak değillerdir. Hiçbir zaman “Sana bunu emrediyorum.” demezler, “Allah’ın emrini tebliğ ediyorum.” derler. “Emrimiz budur.” dedikleri zaman, o onların emri değildir, Allah’ın emridir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) de başlangıçta dalâletteydi. Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Seni dalâlette bulup da hidayete erdirmedik mi?”
93/DUHA-7: Ve vecedeke dâllen fe hedâ.
(Allah), seni dalâlette buldu da, sonra hidayete erdirmedi mi?
Bütün sahâbe de dalâletteydi, hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V) kanalıyla hidayete erdiler. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hidayetine sebebiyet verense Cebrail (A.S)’dır.
Öyleyse bir insanın bilinçsiz, Allah’ın emirlerinden, nehiylerinden haberi olmaksızın bir yaşam sürmesi de haberi olup da kendisine onu tatbik etmesi de irfanın dışında bir olaydır. Arif olan kişi kalp gözü ile görebilen, kalp kulağı ile işitebilen kişidir.
Allah ile olan ilişkilerde Allah’ın yolunda mertebeler kat edip Allah’ın kalp gözünü, kalp kulağını açtığı kişi öyle bir Allah dostu olur ki; o kendisini başka insanların da kurtuluşuna adar. Kalp gözü ve kalp kulağı açıldıktan sonra gerekli şartları kazanıncaya kadar geçen sürede irfan ehli olur. Ama daimî zikre gelmeden hiç kimse irşad makamının sahibi olamaz. Yani münkerden nehyetmek ve emri bil ma’rûf yapmak yetkisinin sahibi olamaz.
Kalp gözü nereye kadar gider? Kalp gözü Allah’ı görmeye kadar gider. Bir insan göğün 7 katını Allahû Tealâ kalp gözünü açtığı zaman görebilir mi? Hayır, göremez. Göğün 7 katı ancak o kişi irşad makamına gelirse gösterilir. Çünkü o kişi Allahû Tealâ tarafından seyr-i sülûkun nasıl yapıldığı konusunda mutlak bir ilmin sahibi kılınır. Bu sebeple irşad makamına “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesi ile tayin edilen kişiye Allahû Tealâ mutlaka 7 gök katını göstermiştir.
Ulûl’elbab makamında 7 yer katı, 7 kat cehennem; ihlâs makamında 7 tane gök katı gösterilir. Bunlar hikmetin temel fonksiyonlarıdır. İrfan sahibi kişi, irfan sahibi oldu diye bunları göremez. Bunlar irfanın ötesindeki hikmet sahiplerinin vasıflarıdır.
Hikmet sahipleri irşad makamına ulaşana kadar sadece kendilerine Allah’ın verdiği ni’metleri yaşarlar ama irşad makamına tayin edildikten sonra Allah’ın verdiği ni’metlerini kendileri kullanmak değil, başkalarına ulaştırmak için kullanırlar.
Allah’ın bu noktadan sonra verdiği bütün ni’metler mürşidi sadece vasıta kılar. Mürşid Allah’la O’nun kulları arasında bir araçtır. İşte bu araç irşad makamına ulaşan kişi için hikmetin sahibi olmayı gerektirir.
Bütün hikmet sahipleri aynı zamanda ariftirler, hem kalp kulakları açısından hem de kalp gözleri açısından mutlaka ariftirler. Ama bütün arifler hikmet sahibi değillerdir, mürşid değillerdir. Bu sebeple yetki alanları birbirinden büyük farklılıklar gösterir. İradesini de Allah’a teslim eden kişi, irşad makamının sahibi olduğu andan itibaren münkerden nehyetmekle, fuhuştan nehyetmekle ve irfanla emretmekle, emri bil ma’rûf yapmakla yetkili kılınmıştır.
Her devirde hikmet ehlinin en üstündeki kişi mutlak olarak devrin imâmıdır. Devrin imamının gerçek mevkii, peygamberlik mevkiidir. Peygamberler her yaşadıkları devirde asaleten devrin imamlarıdır. Ama peygamberler için fetret devirleri vardır. 1400 senedir dünyada peygamber yoktur. Peygamber Efendimiz (S.A.V) 1400 sene önce yaşamıştır. O’ndan evvelki 600 senede gene peygamber olmamıştır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den 600 sene evvel Hz. İsa yaşamıştır. İşte o fetret devirleri süresince huzur namazının imamlığına mutlaka bir velî resûl, peygamber resûl değil, bir velî resûl bakmak mecburiyetinde kalır. Kavim resûllerinden bir tanesini Allahû Tealâ mutlaka vekâleten huzur namazının imamlığına atar. Huzur namazının imamı mutlaka hayatta olmak mecburiyetindedir. Yani bu dünyada, evet başka bir gezegende değil, mutlaka bu dünyada yaşayan birisi olacaktır.
Bu dünyada yaşayan birisi Allah’ın katında huzur namazını kıldırmakla vazifeli kılınır. İşte o kişi bu vasıfların hepsine sahiptir. Ehli hikmettir, bu sebeple hikmetin 7 vasfının da sahibidir. Hem daimî zikrin sahibidir hem bu sebeple nefsinin kalbindeki afetler yok olmuştur. Hem kalp kulağı açıktır hem kalp gözü açıktır. Hem Allah’la her an tezekkür eder. Hem daimî zikrin sahibi olduğu için ehli hayırdır hem de ehli hikmettir, ehli hükümdür.
Kalp gözü açılmış olan birisi hikmet ehli değildir ama konumuzun muhtevası olan irfan ehlidir. İrfan ehli olan kişi, irfan ehli olmayandan farklı bir yapıda mıdır? Evet, farklı bir yapıdadır. Onun ya kalp gözü açılmıştır ya kalp kulağı açılmıştır veya ikisi birden açılmıştır. Daimî zikre ulaşamamıştır ama bu iki vasıftan en az biri mutlaka irfan sahibi olan kişide vardır.
O kişi Allahû Tealâ tarafından irşad makamına tayin edilmemiştir. Münkerden nehyetmeye ve irfanla emretmeye yetkili kılınmamıştır. Ama bunları söylediği zaman yanlış bir şey mi yapar? Bir hata gördüğünde düzeltmeye çalışmak, insanlara Allah’ın güzelliklerini anlatmaya çalışmak elbette yanlış bir davranış biçimi değildir. Ama bu, o kişi irşada memur ve mezun kılınmadıkça emir hüviyetinde hiçbir zaman olmaz.
Bütün devirlerde irşada memur ve mezun kılınanların yani ehli hikmet olup da arif olanların en üst noktasındaki kişi devrin imamıdır. Bu hususu Allahû Tealâ Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde anlatıyor:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
Allahû Tealâ: “Onlardan imamlar kıldık.” diyor.
Allahû Tealâ yaşayan milyonlarca insanın arasından birisini devrin imamı yapıyor, imam kılıyor. Niçin imam kılıyor? İnsanları hidayete erdirsin diye.
Hani “İnsanla Allah arasında kimse giremez.” derler ya, bu sözün bir hikâye olduğu, masal olduğu, gerçek payı bulunmadığı Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesi ile kesinleşiyor. İnsanla Allah arasına Allah’ın tayin ettiği kişiler mutlak olarak her devirde girmiştir. Bu devirde de devrin imamı yaşıyor ve Allah’ın emirlerini insanlara şu anda da tebliğ etmekte devam ediyor.
Devrin imamı kimdir? Allahû Tealâ onların özelliklerinden birinin “lemmâ saberû: sabrın sahibi olmaları” olduğunu söylüyor.
Nefsin kalbinde sabırsızlık afetinin bitmesi kişiyi sabrın sahibi kılmaz, sabırlı kılar. Sabırsızlık afeti de dahil olmak üzere tüm afetler yok olmuştur, kişi sabırlı olmuştur ama sabrın sahibi olamamıştır.
O kişinin sabrın sahibi olabilmesi için;
7 kademe ulûl’elbab makamında kalbi müzeyyen olacak,
7 kademe ihlâs makamında müzeyyen olacak ve
5 kademe de salâh makamında müzeyyen olacaktır.
Böylece kişinin nefsindeki sabırsızlık afeti yok olduktan sonra, 19 mertebe o kişinin kalbi müzeyyen olduktan sonra o kişi sabrın sahibi olabilir. Ondan önce sabırlı bir insandır, sabretmesini öğrenmiş bir insandır ama sabrın sahibi olamamıştır.
Allah’ın irşad makamına tayin ettiği kişiler, Allahû Tealâ’dan devamlı emir alanlardır ve bu emri yerine getirenlerdir. Onların Allah’a sual sormaları gerekmez, her an Allahû Tealâ onlara emreder. Çünkü iradeleri Allah’a bağlanmıştır. Bunlar devrin imamından farklı bir yapıdadırlar. Devrin imamı Allah’ın tasarrufu altındadır.
Allah’ın emretmesi ve o kişide bulunan cüz’i iradeye emrini ulaştırarak o emri ifa ettirmesi başka şeydir, devrin imamına Allah’ın her istediğini yaptırması başka şeydir. Birincisinde iradî yapı vardır, ikincisinde yoktur. Devrin imamı kendi iradesinin sahibi değildir. Devrin imamının iradesi Allahû Tealâ tarafından teslim alınmakla kalmamış, devrin imamlığına tayin edildiği andan itibaren iradî tasarruf Allah’a geçmiştir.
İrfan ehli her devirde başkalarından farklı bir hayatın sahibi olmuştur. İşte Allah’ın bütün evliyaları irfan ehlidirler. Onlar Allahû Tealâ tarafından irfan ehli kılınmışlardır, ariftirler. Kimisinin kalp gözü, kimisinin kalp kulağı, kimisinin ikisi birden açıktır. İrfan ehli olmak Allahû Tealâ’nın müstesna bir olayını yaşamaktır.
Kalp gözü ile kişi bütün Allahû Tealâ’nın kendisine gösterdiği âlemleri görebilir. Ama hikmet ehli olmazsa, iradesini Allah’a teslim edemezse, teslim ettiği noktaya kadar Allah’ın Zat’ını göremez.
Öyleyse irfan ehlinin her biri aynı vasıfların sahibi değildir. Bir kişi fenâ makamında veya beka makamında veya züht makamında veya muhsinler makamında irfan ehli olsa, hangi makamda olursa olsun irfan ehli mutlaka başkalarından farklı bir yapının sahibidir. En azından bir kalp kulağı, en azından bir kalp gözü sahibidir veya bunların ikisine birden sahiptir. İşitme hassası verilmişse veya görme hassası verilmişse, irşada memur ve mezun değildir ama irşad makamının gördüğü gibi kalbiyle o da görebilmektedir, irşad makamının işittiği gibi o da işitebilmektedir. İkisi de o kişinin irfan ehli olmasını sağlar.
Hep böyle söylenir: “Arif olan anlar.” Başkalarının anlamadığı şeyi anlarlar. İrfan ehlinin özelliği basiret sahibi olmalarıdır. Basiret, kalp gözünün, basar hassasının Allahû Tealâ tarafından fiziğin ötesini görecek şekilde dizayn edilmesidir.
Bütün insanlar hem görme hassasına hem de görme uzvu olan baş gözlerine sahiptirler. Kişi zikir ehli olduğu zaman hikmetin sahibi olmuştur. Bu noktada o kişi müktesep hak olarak kalp gözünü ve kalp kulağını alacaktır. Ama irfan ehli, kalp kulağı ve kalp gözünü hak etmeden yani daimî zikre ulaşmadan Allahû Tealâ’nın kendilerine bu hediyeyi verdiği kişilerdir. Yani irfan ehli daimî zikre ulaşamadan önceki kalp gözü ve kalp kulağı açılanların ismidir. Onlar mutlaka daimî zikre ulaşacaklardır ve mutlaka hikmet ehli olacaklardır. Şartları müsaitse mutlaka iradelerini de Allah’a teslim edip Allah’ın emri bil ma’rûf ile ve münkerden nehiyle vazifelendirdiği bir mürşid olacaklardır.
Allahû Tealâ’nın evliyalarından tanınmış olanlara dikkatle bakın. Onların hepsi mutlaka konunun içine girer. Bu insanların hepsi Allahû Tealâ tarafından kalp gözleri açılan, kalp kulakları açılanlardır. Onlar ariftirler.
Hiçbir devir olmamıştır ki insanların arasında irfan ehli olan birileri bulunmasın. İnsanların bir kısmı hatalar yapacaktır, günahlar işleyecektir ve irfan ehli onların arasında hep yıldız gibi parıldayacaktır. Allah’ın nurlarını alacaklardır. Hikmet ehli olmanın ilk adımını teşkil ettiği için irfan ehli olmak bir müjdedir.
Kişi daha hikmet ehli olmadan, irfan ehli olmuşsa o zaman işi büyük ölçüde kolaylaşmıştır. Daimî zikre ulaşmadığı halde kalp gözü, daimî zikre ulaşmadığı halde kalp kulağı açılmıştır.
Herkes münkerden nehyetmek yetkisinin ve ma’rufla emretmek yetkisinin sahibi olamaz. Böyle bir olaya zemin hazırlayan şey, onun bir müktesep hak olmasını temin eden şey, kişinin daimî zikrin sahibi olmasıdır. Bu anlattıklarım Kur’ân’ın bugün tatbik edilmeyen, unutulan bölümünün en önemli parçasıdır.
İnsan, Allah’ın ruhunu vücudunda onu Allah’a tekrar iade edene kadar bulunduran kâinattaki en üstün mahlûktur. Bu sebeple Allahû Tealâ ona üstünlükler tanımıştır. Bu üstünlükler sebebi ile o kişi Allah’ın güzelliklerini yaşayacaktır. İrşad makamına tayin oluncaya kadar bu güzelliklerin başkasına ulaşmasında emredici bir faktör değil, yardım edici bir faktör olarak bulunacaktır. Ama irşad makamına sahip olduğunda Allah’ın emrini tebliğ etmek yetkisinin sahibi olacaktır.
Bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde bir müstesna konuyu; irfanı, ma’rufla emretmeyi, münkerden nehyetmeyi, Allahû Tealâ bize arif olanların standartlarını öğreterek açıklamayı nasip kıldığı için O’na huzurunuzda sonsuz hamd ve şükrediyoruz.
|
|